2 Mart 2012 Cuma

CELAL HAFİFBİLEK



CELAL HAFİFBİLEK   ( 1930-2012 )

Kasketi, kaşkolu ve elinden düşürmediği sigarasıyla hınzır hınzır gülümseyen yüzü aklımdaydı telefon geldiğinde… Bardaktan boşanırcasına yağan yağmura karıştı gözyaşlarım…
İsmi gibi  ‘celallenmeyi’ seven ağabeyim, babam, akıl hocam öylece yatıyordu hastane yatağında… Elini tuttum, sıcacıktı. Gözünü araladı, elimi sıktı, uzun uzun bakıştık ve ben bir insanın, bir tuz havuzunu dolduracak kadar ağlayabileceğini öğrendim o gün.
Henüz sekiz yaşındaydı babasını kaybettiğinde ama kendisi herkesin babası, ağabeyiydi hayatı boyunca…
Huysuz kovboyumuz, celallenmeyi seven ağabeyimiz, gazeteciydi, tiyatrocuydu, ressamdı, diplomattı, Türk edebiyatının koca çınarlarından biriydi.

Celal Ağabey ile tanıştığımda çiçeği burnunda bir çocuktum onun gözünde. Ankara’daki gazetecilik günlerini, takma isimle yazdığı ‘tefrikalarını’ anlatırdı. Sevgi taşan gözleriyle sigarasından bir nefes çeker, Meydan sahnesindeki günleriyle devam ederdi sohbetimiz…
Ankara’da Rüzgârlı Sokak'ın dik yokuşlarında kurşun ve mürekkep kokularını soluyarak başlayan gazetecilik serüveni, öykü ve değişik isimler altında yazdığı tefrika romanlarıyla sürmüş. Ardından hem yazarlığa, hem de yaşama uzak olmayan bir sanat dalına geçiş yapmış ve sahnelerle tanışmış. İlk romanı ‘‘Sessizler Sokağı’’ yayınlandığında ses getiren bir roman olmuş. Fransa'da geçen 68 hareketinin en sıcak günlerine tanık olduğunu anlatırdı uzun uzun... Kurtuluş Savaşı'nın ilk yıllarını anlatan ‘‘Ankara 1920’’ romanı da ulusal mücadelenin bilinmeyen yönleriyle dolu. Yaşamı boyunca engin denizlere yelken açtı, maceracı ve araştırmacı ruhunu hiç kaybetmedi huysuz kovboyumuz…

Dürüst, duyarlı, dost canlısı ama kendi iç dünyasını paylaşmaktan pek hoşlanmayan bir koca çınardı benim gözümde… Nedendir bilinmez, kendi acılarını, kederini ruhunun derinliklerine gömer, başkalarının acılarıyla kıvranırdı. Dirençsizliğini, öfkesini sorulara dönüştürürdü çoğu zaman… Paraya pula, üne unvana, her türlü fani duyguya sırt çevirerek inandıklarıyla yürüdü hayatı boyunca, sanatıyla ve yazdıklarıyla bir başına…
Şarap tadındaki dost sohbetlerinde herkesten ayrı, aykırı bir üslubu vardı hırçın kovboyumuzun… Masanın düzenine, içki içmenin adabına uymayanları affetmezdi. O sert duruşunun ve sözlerinin aksine gözleri hoşa giden bir hareket, duygulu bir söz karşısında hemen yaşarıverirdi.
Yılların yorgunluğunu, uzaklara dalan gözlerinde yakaladığımda, anladım ki en çok kızdığı, en sert fırçalarını attığı dostları en çok sevdikleriydi aslında...

Pek çok isim geldi geçti hayatımızdan, pek azı iz bıraktı Celal Ağabey gibi…
Bir yarımız hep eksik kalacak bundan sonrasında da… Meyhaneye her gidişimizde celallenen “Celal Ağabeyimizi” arayacak gözlerimiz… O bitmek tükenmek bilmeyen inadını, defalarca dinlediğimiz hikâyelerini özleyeceğiz.

Saatler geçti, yağmur durdu. Gözyaşlarıyla girdiğim hastaneden, tabutla çıkıyorum. Ölüm soğuk bakışlarıyla duruyor karşımda… Kimliğinde Celalettin Hafifbilek yazıyordu yüzünde hep aynı gülümseme… Sadece sigarası yoktu elinde, bir sigara yaktım, bir kadeh şarap eşliğinde…
Celal Ağabeyim Ankaralı olduğum için beni ayrı severdi, bilirim. Kader bizi son gününde de yine yan yana getirdi. Onun son saatlerinde yanında olmak ve dostlarına acı haberini veren olmak zordu. Yazı yazmak zor zanaat ama en zoru ölümün ardından yazı yazmak…
Işıklar içinde uyu Celal Ağabey…

 Gözde Gürer- 2 Mart 2012 tarihli Beyaz Akdeniz Gazetesi Köşe Yazısı

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder