29 Ocak 2011 Cumartesi

Hazır senaryoları oynayan, kurulmuş cümlelerin sahiplerine kızgınım ve tüm bu kurmalı insanların pillerinin biteceği günü bekliyorum!



Çöküp giden gerçeklere…

ÖYLE BİR GİDERİM Kİ; KAYBEDECEĞİM HİÇ BİR ŞEY OLMAZ!

Ben yaşadıklarımın hiçbirini unutmam.
Ama evet ! Yeri gelir susarım.
Canımı çok yakan şeyler olur ama yinede susarım, tükenirim.
Buna izin de veririm aslında.. Salaklığımdan mı? Hayır!
Ben kimseye ''GİT'' de demem, diyemem.
O kişi vazgeçilmez olduğundan mı? Hayır.
Ona o kadar şeye rağmen, o kadar değer veririm ki,
Hergün yaptıklarına utansın diye.
Ama bir gün öyle bir giderim ki;
Kaybedeceğim hiçbir şey olmaz!

SUNAY AKIN'A SEVGİYLE..

ta kendisidir...


Bildiğimizi bildiğimizin, bilmediğimizi de bilmediğimizin ayrımında olmak, gerçek bilginin ta kendisidir...

Akıllı beğenirse alkışlar, aptal alkışlananı beğenir!!!! Her şeyi alkışlamayın, her alkışlananı beğenmeyin... Kafayı çalıştırın azıcık...

Keşfedilen tüm gerçekleri anlamak kolaydır...Önemli olan onları keşfedebilmektir...

Tanıdıklardan biri, yazdığı romanın müsveddelerini Neyzen Tevfik’e göstererek fikrini sorar:
Neyzen beğenmediğini ifade edince, adam:
-İyi ama, der. Siz hiç roman yazmadınız ki!
Neyzen Tevfik şu cevabı verir:
-Ben yumurtanın tazesini bayatını iyi anlarım. Ama bu güne kadar hiç yumurtlamadım!

umut...


Karamsar olmak zor değil, zor olan çılgın bir fırtınadan sonra gökkuşağı gibi gülümseyebilmektir... Kucaklamaya kollarının yetmeyeceği bir ağaç, bir tohumla başlar.
En uzun yolculuklar ise, bir adımla başlar. Gerçek sevgiler ise bir tebessümle başlar...
Annem her fırsatta çocuklarına güneşe doğru zıplamalarını öğütlerdi. Güneşe ulaşamazdık ama hiç olmazsa ayaklarımız yerden kesilirdi.

ASLA UÇAMAZDIK!!!!


ASLA UÇAMAZDIK!!!!

Bir gün, bir kozada küçük bir delik açıldı ve bir kadın, bedenini bu küçücük delikten çıkarmaya çalışan kelebeği saatlerce seyretti. Sonra, kelebek sanki daha fazla ilerlemek istemiyormuş gibi durdu. Sanki ilerleyebileceği kadar ilerlemişti ve artik daha fazla ilerleyemiyordu.
Ve kadın, kelebeğe yardım etmeye karar verdi. Eline bir makas aldı ve kozayı keserek deliği büyüttü.
Kelebek kolayca dışarı çıktı. Fakat bedeni kocaman, kanatları kuru ve buruşuktu.
Kadın, kelebeği izlemeye devam etti, çünkü zamanla kanatlarının büyüyüp bedenini taşıyabilecek kadar genişleyebileceğini umut ediyordu.
Fakat bu olmadı!
Gerçekte, kelebek ömrünün geri kalanını o kocaman bedeni ve kuru, buruşuk kanatları ile etrafta sürünerek geçirdi. Uçmayı hiç başaramadı.
Kadınıın bu aceleci iyiliği içinde anlayamadığı, bu kısıtlayıcı kozanın ve kelebeğin o küçücük delikten dışarı çıkmak için verdiği mücadelenin, kelebek için gerekli olduğuydu, çünkü bu, Tanrı'nın yaşam sıvısının kelebeğin bedeninden kanatlarına doğru akmasını sağlamak için bulduğu yoldu, böylece kelebek kozadan kurtulduğu anda uçmaya hazır olabilecekti.

Bazen mücadeleler, hayatımızda tam olarak gerek duyduğumuz şeylerdir. Eğer Tanrı, hayatımıza hiçbir engelle karsılaşmadan devam etmemize izin verseydi yarım kalırdık. Şimdi ve daha sonra olabileceğimiz kadar güçlü olmazdık...

Asla uçamazdık!
“Güç” istedim...
Ve Tanrı, beni güçlü yapmak için karşıma “Zorluklar” çıkardı.
“Bilgelik” istedim...
Ve Tanrı bana çözmek için “Sorunlar” verdi.
“Zenginlik” istedim...
Ve Tanrı çalışmak için bana “Beyin ve Akıl” verdi.
“Cesaret” istedim...
Ve Tanrı üstesinden gelmem için bana “Tehlike” verdi.
“Sevgi” istedim...
Ve Tanrı yardım etmem için “Sorunlu” insanlar verdi.
"İyilik" istedim...
Ve Tanrı bana “Fırsatlar” verdi.
İstediğim hiçbir şeyi elde etmedim AMA ihtiyacım olan her şeyi elde ettim!

Denemekten, çabalamaktan yorulup cesaretin kırıldığında, bil ki...
TANRI ne kadar uğraştığını görüyor
Kalbin taş kesilecek kadar ağladığında, bil ki...
TANRI döktüğün gözyaşlarını sayıyor
Hayatın durduğunu, zamanın aleyhine işlediğini düşündüğünde, bil ki...
TANRI seni izliyor
Hayallerin yıkılmış, umudun kalmamış ve kendi kendine neden böyle olduğunu soruyorsan, bil ki...
TANRI cevabını biliyor
Hiç neden yokken içinde tuhaf bir huzur hissettiğinde, bil ki...
TANRI sana fisıldıyor...
Butun işlerin yolunda gidiyor ve teşekkür etmek için her an bir nedenin daha oluyorsa, bil ki...
TANRI seni kolluyor.
Butun kalbinle dilediğin şey sonunda gerçek olduysa, bil ki..
TANRI sana gülümsüyor

korku...

İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor,
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için,
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğinin kıymetini bilmediği için,
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi bir şey vermediği için,
Ve ölmekten korkuyor aslında yaşamayı bilmediği için…

W. Shakespeare

dünya...


dam, bir haftanın yorgunluğundan sonra pazar sabahı kalktığında butun haftanın yorgunlugunu cıkarmak icin eline gazetesini aldı ve butun gun miskinlik yapıp evde oturacağını duşundu. Tam bunları duşunurken oğlu kosarak geldi ve sinemaya ne zaman gideceklerini sordu. Baba ogluna soz vermisti bu hafta sonu sinemaya goturecekti ama hic disarıya cıkmak istemediğinden bir bahane uydurması gerekiyordu. Sonra gazetenin promosyon olarak dağıttıgı dünya haritası gozune ilisti. Once dunya haritasını kucuk parcalara ayırdı ve ogluna eger bu haritayı duzeltebilirsen seni sinemaya goturecegim dedi.

Sonra dusundu; “oh be kurtuldum en iyi cografya profesorunu bile getirsen bu haritayı aksama kadar duzeltemez.”

Aradan on dakika gectikten sonra oglu babasının yanına kosarak geldi ve baba haritayı duzelttim artık sinemaya gidebiliriz dedi. Adam once inanamadı ve gormek istedi. Gordugunde de halen hayretler icindeydi ve bunu nasıl yaptığını sordu.

Çocuk;
- Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan vardı.
INSANI DUZELTTIGIM ZAMAN DUNYA KENDILIGINDEN DUZELMISTI :)))))

bazen...


Bazen muhatabınızın hiç birşey anlamayacağını bile bile sözünüzü
söylersiniz.

Bilirsiniz ki söz kaybolmaz, kayıtlar sağlamdır..

Gün gelir o sözler birilerine ulaşır da, bir kayayı yerine oturtur yada bir
taşı yerinden oynatır..

Sonra daha ötelerde bir gün gelir ve o sozun o gun orada soylenip
soylenmediğinden hesaba çekilirsiniz..

Tıpkı bizim sağda solda attığımız oktavı düşük çığlıklarımız gibi...

Şu an sesimizin duyulduğunu, sözümüzün idrak edildiğini görmesek de, emin olun bizleri de bilecek sonrakiler.. ve daha sonrakiler..

Eğer siz Newton'sanız...


Eğer siz Newton'sanız başınıza düşen “elma” bir aksilik değildir… Şerrin hayrı, şer olduğunun anlaşılmasıdır!!!

Arkanı hep kolla, düşersen tutun ve tutunamıyorsan dayan!! Hayat, birkaç kez yenilmeden hiçbir şeyin fethedilemeyeceğini gösteriyor... Kaderinizin bağlandığı kişiler vardır; ilk gördüğünüzde farkına varmasanız bile hissedersiniz.
Daha ne olsun?

ONLARDAN BİRİ OLMAYIN YETER…


Duyarlı ruhunuza hangi üzüntünün daha çok dokunabileceğini araştırdılar ve sizi kendileriyle birleştiren bağların hepsini kesip attılar. Kendileri istemeseler de, onları sevebilecektiniz; sevginizden ancak insan olmaktan çıkmak yoluyla kurtuldular. Öyle istediklerine göre, şimdi sizin için yabancı, adı sanı bilinmeyen insanlar onlar…Haklı olduğunuza inanıyorsanız, sakin olmayı başarabilirsiniz . Çünkü doğrular ve yanlışlar yoktur, sadece yorumlar vardır

Evrenin en anlaşılmaz özelliği anlaşılabillir olması değil midir?. Bizle dünya, bizle başkaları, hatta bizle biz arasında ne kadar da çok hayal var…

Tırtılın 'dünyanın sonu' dediğine, Ustanın 'kelebek' demesi gibi, bilgisizliğin belirtisi, adaletsizlik ve trajediye olan inancının derinliğidir.

Düşünmek görmektir. Siz görmezden gelseniz de gerçekler var olmayı sürdürürler. Bu yüzden de durumlar değişmez, biz değişiriz. Alışkanlıkların zinciri, önce hissedilemeyecek kadar hafif, sonra kırılmayacak kadar güçlü olur.!

Tecrübelerimizle biliyoruz ki kimse tecrübelerden ders almıyor. Oysa başlarımız düşünceler yön değiştirebilsin diye yuvarlaktır…

Efsaneler, ayrıcalıklı hareketlerin sonucunda doğar Tüm insanlar orijinal olarak doğar ve birçoğu kopya olarak ölür. Onlardan biri olmayın yeter…

doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlarmış!!!


OKUYALIM, ÖĞRENELİM! KURUMSAL DAVRANIŞ VE KURUM KÜLTÜRÜ NEDİR?

Son yılların yükselen trendi, etkili kurum kültürü oluşturarak çalışanların neyi- nasıl yapacakları konusunda genel kurallar içinde insiyatif kullanmalarını sağlamak olmuştur.

Böylelikle sürekli güdülmesi gereken çalışanlar yerine kendiliğinden motorlu, sorumluluk alabilen ve başarı odaklı çalışanlara kavuşulabiliyor.

Kurum kültürüyle aynı değeri paylaşan çalışanlar, kolaylıkla fedakarlık yapıp kurumun menfaatlerini kendi küçük çıkarlarının üzerine çıkarabilirler. Özellikle kriz durumlarında sahiplenme ve fedakarlık daha çok artar.

Kurumsal kültürün oluşumunda çalışanların etkisi, kurumsal verimlilikleri, etkinlikleri statü ve yetkileri ölçüsünde olacaktır. Çalışanlar, kurumlarda yasal yetkilerin yanında, biçimsel olmayan yetkiler kullanırlar. Çalışanların biçimsel olmayan yetki kullanma inisiyatifleri yasal yetkilerinin yanında, bilgi ve becerileri oranında olacaktır.

Kültür genetik bir olgu olmadığına göre, öğrenilebilir bir niteliğe sahiptir.

-Kurum kültürü öğrenilmiş veya sonradan kazanılmış bir olgudur
-Kurum kültürü, grup üyeleri arasında paylaşılan değerler bütünüdür.
-Kurum kültürü somut ve soyut değerler bütünüdür.
-Kurumsal kültür, düzenli şekilde tekrarlanan davranışsal kalıplardır.
-Kurum kültürü öğelerinin oluşumunda, insanlararası duygusal ilişki önemli rol oynar.

Sağlıklı bir kurumsal yapı ancak kendiliğinden oluşan ve çalışanların değerlerine dayalı kültür ile mümkün olabilir.Kurumların başarıya ulaşması için yönetim alanında bazı ilkelerin ve değerlerin benimsenmesi ve bu değerlerin kurumsallaşması gerekir. Kurumda çalışanlara değer verilmesi, ekip çalışmasına önem verilmesi, sosyal sorumluluk anlayışının gösterilmesi, kurumsal ve toplumsal değerlerle bütünleşme, kurumsal kültürü oluşturan faktörlerden bazılarıdır.

Kurum kültürünün kurucu lider ve üst yönetimin, kısaca kurumsal irade tarafından yaratılması durumu, çalışanların bir kültürel değişim yaşamalarına, yerine göre kültürel direnmeye neden olabilir.

Yönetim çalışanlar ve kurum hedefleriyle çelişen kararlar alıp, yönetim biçimi sergiler ise çalışanlar yalnızlık yaşar ve kurum kültürüne aykırı davranmak zorunda kalır.Çünkü insanlar baskı ile de olsa kendi değer yargılarının aksine uzun süre tahammül edemezler. Çalışanın işi sahiplenme ve kuruma bağlılıktaki sürekliliği de azalır.

Kurumlarda çalışanlar tarafından benimsenen, onlara yol gösteren, kalıcı ve geçerliliği kolay kolay ortadan kalkmayacak değerler sisteminin oluşması, bu değerleri somutlaştıracak ve çalışanlara rol modeli oluşturacak, onları motive edebilecek LİDERLERİN YARATILMASINA BAĞLIDIR. (NOT: Sonuç genellikle üzüm yemek değil bağcıyı dövmektir. Kurum lideri tarafından kendisine potansiyel rakip olarak algılanmış, bu özelliklerde bir tanıdığınız varsa kendisine MUTLAKA yedekte başka bir iş yeri tutmasını tavsiye edebilirsiniz :))) )

KAYNAK: Friedrich A. Von Hayek (1978), New Studies in Philosophy, Politics and Economics and the History of Ideas, Chicago, Chicago, University of Chicago Press. S. 72-76.

10 Ocak 2011

anlamıyorum...


Hep aynı görüntüyü veren aynaya bakılırsa ya da istenilen görüntüyü veren aynalar seçilirse, gerçek görüntü bulunamaz. Güven, üstün yargılama yeteneği, disiplin uygulama yeteneği ve korku uyandırma kapasitesini doğru uygulamaktadır marifet.... Yeteneklerinizi, kendinizi ve zevklerinizi ne kadar çok dışa vurursanız o kadar zorlaşır hayat!!!!

Akıllı insanlar, kendilerini coşkuya kaptırmazlar. Erdemli olanlar kuşku içinde olmazlar. Gözüpek olanlar hiçbir şeyden korkmazlar... Düşünmeden öğrenmek, zaman yitirmektir. Bir şeyi öğrenmeden düşünce ileri sürmek, tehlikelidir! Çalışkan olmak, ama dürüst olmamak; budala olmak, ama incelikli olmamak; sıradan olmak, ama içten olmamak. İşte böyle insanları anlayamıyorum!!!

yorumsuz!


"BİZ HER AKŞAM DİNAMİT ALIRIZ, ÇOLUK ÇOCUK PATLATIRIZ HEP!" :))))))))))))))))))))))))))

Hükümet tahmini olarak yüzde 6.5 enflasyon bekliyordu. Ancak çıkan rakam, 6.4 oldu. Peki nasıl oldu da enflasyon hükümetin bile beklediği oranın altında çıktı. İşte bu noktada yapılan hesaplamalar kafaları karıştırdı.

Yapılan incelemelere bakıldığında enflasyonun yükseliş ve düşüşünde hesaba katılan ürünler, sokaktaki halkın pek de kullanmadığı şeyler.. Halkın günlük hayatlarında pek kullanmadığı ürünler enflasyon sepetine eklenince ortaya böyle rakamlar çıkıyor. Hesaplanan bu ürünlerin listesi şöyle...

Enflasyonun hesaplanmasında baz alınan ürünler : DİNAMİT-HORTUM- ZIMPARA -YAŞ PASTA -ANTEP FISTIĞI -LEBLEBİ-ÇİKOLATA-RUJ-OJE-FANİLA-İÇ ÇAMAŞIRI -MUSLUK -KİLİT -TÜL PERDE-SOBA BORUSU-BÖCEK İLACI -SPOR TOTO-MİLLİ PİYANGO-HAMAM ÜCRETİ-FLÜT-BARUT-MATKAP UCU-KADIN BAĞI-İSPİRTO-GÜNDELİKÇİ KADIN ÜCRETİ-PİNPON TOPU -CİKLET-SÜTYEN-KÜLOT-KORNA-TORNAVİDA- TELEFON KARTI-AT YARIŞI- YAZICI- BULAŞIK BEZİ-TAYYÖR -VETERİNER ÜCRETİ-ŞEMSİYE-MP3 ÇALAR.....

Zam almasına rağmen, halkın en çok tükettiği sepete girmeyen ürünler ise şunlardan oluşuyor:

Sarımsak, lahana, domates, salça, sakatat, kuru kayısı, koyun eti, pırasa, karnıbahar, dana eti, patates, salam, sucuk, havuç, balık, kahvaltılık tereyağı, kuru barbunya, zeytin, çay, margarin, konserveler, beyaz peynir, kaşar peyniri, tüp, doğalgaz abonman, su faturası, kömür fiyatı, odun fiyatı, köprü geçiş ücreti, uçak bileti, metro ücreti, otoban geçiş ücreti, taksi ücreti, hastane yatak ücreti..

YORUMSUZ!!!!!!!!!!!!!!!

cevap...



Bir Cevabı Olmalıdır Hayatın...

Mutsuz Olduğumu Hissettiğimde Sorarım;

"Yaşam, bana bir şeyler mi anlatmak istiyorsun?"

Deneme cesaretini gösterdim demektir. Yeniden başlamak için bir nedenim var demektir. Bir bildiğin var demektir... :)))

gülümse...


Çoğu kez insanların düşündükleri başka şeylerdir, söyledikleri daha başka şeylerdir. İnsanlara yardım etmek istiyorsanız; ya onlara düşündüklerini söyletmelisiniz ya da gerçekte ne söylemek istediklerini anlamalısınız.

YAŞAM HAYATI ÖĞRENMEKLE BAŞLAR,NASIL BAŞLARSANIZ ÖYLE GİDER DAHA DOĞRUSU NASIL BAŞLATIRSANIZ... DOĞADAKİ GÜZEL OLAN HERŞEY SERETONİNİ HAREKETE GEÇİRİR.BU MUTLU OLMAK KADAR DOĞAYLA BİR TÜR ALIŞVERİŞTİR. iNSAN DOĞADAN ALDIĞI KADAR DOĞAYA BİR ŞEYLER VERİR. İŞTE O ZAMAN "YAŞAM" KEYİFLİ HALE GELİR. YAŞAM SİZE GÜLÜMSER, SİZDE YAŞAMA GÜLÜMSEYİN ;)

aşk...

İnsan aşık olunca kendini büyülü bir dünyanın içinde bulur...
Melek olup gökyüzüne çıkar ve yeryüzünün en anlamlı duygusunu yaşar...
Çünkü "AŞK" insan ruhunun doktora yapmış şeklidir...

:)))



Annelerince "Arkandan ağlar" uyarısıyla büyütülmüş erkekler
"Ağlarsa ağlasın" vurdum duymazlığıyla, hesapsız harcayan ama zayıf kadınların peşinden gidiyor.
...arkalarında, "Arkamdan ağlar" diye sofradaki artıkları yiyen ve
giden kocalarının arkasından ağlayan, şişman kadınlar bırakarak... :)))))

unutmak...



UNUTTURMAK HÜKMEDENİN TUZAĞIDIR...
ZALİM, HAFIZAYI KÖRELTEREK ZULMEDEBİLMİŞTİR BUNCA ZAMAN...
O HALDE ZULME UĞRAYAN UNUTMAMALIYDI... DAİMA HATIRLAMALI... HATIRLATMALI...

ÖTE YANDAN, UNUTMASAK YAŞAYAMAYIZ Kİ BİZ BURALARDA...

siyaset... :))


Ali 3. sınıfa giden zeki bir çocuktur.
Bir gün öğretmeni Ali'ye 'Siyaset' nedir diye sorar.
Ali düşünür ama çocuk aklıyla cevap veremez.
Eve gider kitaplara bakar ama hiçbir şey anlayamaz.
O da babasına sormaya karar verir.
—Baba, Siyaset nedir?
Baba düşünür.Ali'ye uygun bir yolla anlatmak ister.
—Bu evde parayı getiren kim oğlum?
—Sen...
—Ben kapitalist rejimim.
—Peki, parayı alıp bizim yiyecek içecek ve giyecek gibi ihtiyaçlarımızı karşılayan kim?
-Annem...
—O da hükümet.
—Peki, küçük kardeşinle kim ilgileniyor?
—Dadım...
—Dadın işçi, kardeşin gelecek, sen de halksın o zaman.
Ali her şeyi not alır ve uyur.
Gece garip seslerle uyanır.
Bir de bakar ki kardeşi ağlıyor.
Yanına gidince altına pislediğini anlar.
Hemen annesini kaldırmaya gider.
Ama ne yaparsa yapsın anne kalkmaz.
Bu arada salondan gelen sesleri merak eder ve salona gider.
Babasıyla dadısını uygunsuz yakalayan Alinin ağzından aynen şu kelimeler dökülür:—Kapitalist rejim işçiyi sömürüyor, hükümet uyuyor, gelecek bok içinde, halk ne yapsın :):):)

BİZ NE OLDUK?



Koyduk elimizdeki hüzünlerimizi
ellerimize bulaşan kanı silmek için
kalıntıları vardı ellerimizde
arkasından koştuğumuz geçmişimizin...
Bir sis bulutundaydık sanki
aralandı mı gökyüzü, dalgın bakardık
uzak bir ülkenin derin serinliği
çarpardı yüzümüze, öylesine...
Her sisten sonra ilk gördüğümüzü severdik
gözlerimizin sözünden çıkamazdık bir türlü
bir sonraki sise kadar
kendi sis perdemizi çekerdik gözümüze
rahat uyurduk belki bir süre...
Nemli mevsimleri başlardı ömrümüzün,
bir ağlamaklı bulut olup
dolu dizgin giderdik işimize
neyin değiştiğini arardık içimizde
yine de bulamazdık uzun süre...
Kopup giden içimizdi sanki
Ölümsüz aşklarımızın
çiçeksiz cenaze törenlerinde
mezar taşlarımızın mozaiğinin
bir parçasını daha yerleştirirdik,
kahrolurduk alabildiğine...
Değmezmiş bir değmişin ardından gelen acıya,
böyle öğrendik biz aşkı, sevgiyi..
ya öğretenler haklıydı ya duygularımız
ama her an yenildik bilerek
her an bizden gitti giden
ağlamaklı gözlerimiz uyumayı öğrendi, çaresiz..
ve ders alamadık yaşadıklarımızdan
hatalarımız biz oldu,
biz ne olduk?

birgün...


Beni aramaya çıkarsa düşlerin
Hüznün ruhuna çizdiği resimlerdeyim
Gamsız bir gecenin karanlığında değil
Yüreğinde kanayan kesimlerdeyim
Aklına düşerim hani olur da
Güzelliklerin görünmeyen yüzünde ara
Sevginin menfaate döndüğü yerde
Bir gönül yarasının izinde ara
Yıkılmış umutların enkazından geç
Öksüz bir çocuğun gözünde ara
Ağıtların tüttüğü evlere uğra
Bir ananın boş kalmış dizinde ara
Beni yıldızlarda arama boşa
Yüreğini yasa boğan sızılardayım
Dertlerinle bulursun beni başbaşa
Senin gibi karayazılardayım
Sahte sevgileri tanımaz kalbim
Beni seven gönüllerin ocağında ara
Menfaatle bakmasını bilmez gözlerim
Beni gerçek dostlukların kucağında ara
Mutluluğu anlatan şarkılarda değil
Yaralı yüreklerin ağıtlarında ara
Beni menfaat ve ihanetten uzakta
Yağacak sevgi bulutlarında ara
Öyle senden çok uzaklarda değilim
Görmesini bilen gözlerin bakışındayım
Belki sana senden daha yakın bir yerde
Çarpan kalbinin her atışındayım
Aklına düşerim hani olur da
Beni sığmadığın duyguların içinde ara...
O kadar da kolay bulurum sanma
Beni benim seni görebileceğim biçimde ara.....

önyargı..



Greater Idobo Falls Bilim Fuarı'nda bir lise öğrencisi, yöre halkını,hazırladığı bir projeyi imzalamaya davet etti. Delikanlı, "dihydrogenmonokside" adlı maddenin kullanımının tümüyle yasaklanmasını,buna olanak olmayan durumunda ise maddenin, çok sıkı biçimde denetlenmesini istiyordu.Söz konusu maddenin zararlarını, duvarlara astığı afişte açıklıyordu:

1.Yoğun Terleme Ve Kusmalara Neden Olabilir.
2. Doğaya Büyük Zarar Veren Asit Yağmurlarının Ana Unsurudur.
3. Gaz Biçimine Dönüşmüş Durumuyla, Çok Ciddi Yanıklara Neden Olabilir.
4. Kazara Solunması, Ciğerlere Dolması, Ölüme Yol Açar.
5. Erozyonun Önemli Bir Nedenidir.
6. Otomobil Frenlerinin Etkinliğini Azaltır.
7. Ölümcül Kanser Tümörlerinin Tümünün İçinde Bulunduğu Saptanmıştır.

Bir saat içinde tam 50 kişi, delikanlının kampanya açtığı bölümü gezdi. 43 kişi, bu maddenin yasaklanması isteğini şiddetle desteklediklerini bildirdi. 6 kişi kararsız kaldı. Yalnızca 1 kişi yasaklanması istenen "dihydrogenmonokside"in H2O olduğunu, yani canlı yaşamın can damarı "su" dan başka bir şey olmadığını söyledi. Delikanlının projesi "Ne Kadar Kolay Aldatılabiliyoruz" konulu yarışmanın 1.si ilan edildi. Delikanlı "kolayca saptırılmış, ama bilimsel tümcelerle kişilerin nasıl yanlış koşullandırılabildiklerini göstermek istedim" dedi

vazgeçme...



Kendini yorgun hissetsen bile, Başarı senden kaçsa bile, Bir hata sana zarar verse bile, Hatta ihanet sana acı verse bile, Bir hayal yok olsa bile, Gözyaşları gözlerini yaksa bile, Kimse gayretini fark etmese bile, Nankörlük ödülün olsa bile, Anlayışsızlık seni gülmekten alıkoysa bile, Ve hatta her şey, hiç birşey olsa bile, Vazgeçme..... YENİDEN BAŞLA....

AYAK UYDURAMIYORUM...



İnsanların yalnız kalmak istediği anlar kaçıp gizlendikleri odaları vardır. Bu odalar kapandıktan sonra elinizdeki yüz anahtarı da deneseniz açamazsınız. Çünkü o kapılar yalnızca içeriden açılır. Benimse gezegenlerim, başka dünyalarım var. Çok sıkıldığım bir an alıp basımı gidiyorum bu dünyadan..Hep bir ayağım yerde,, bir ayağım bulutların üstünde. Aynaya baktığım zaman gülümseyen bir çocuk yüzü görüyorum. "Hadi yakala beni " diyor Şımarık bir gülümsemeyle. "Hadi yakala beni, senin mutluluğun ben de gizli, Bensiz bir hiçsin "sen".Sonra saklambaç oynuyoruz birlikte. Kendimden kaçıyor, kendimden saklanıyor, kendimi yakalamaya çalışıyor, sonra bir sokak arasında aniden kendimle karşılaşınca "işte yakaladım seni" diye seviniyorum çocukça...Ama uzun sürmüyor bu sevincim, bu kez yakaladığım "ben" den kaçarken buluyorum kendimi.. Yağmurlu gecelerde bir ürperti kaplıyor içimi. Şimşeklerden, gök gürültülerinden korkuyorum. Annemi arıyorum yanı başımda.. iyilik meleklerini çağırıyorum yardıma.. Kimse duymuyor sesimi. Titreyerek yorganın altına gömüyorum başımı.. Sofi'nin Dünyası'nı okumuş muydunuz? Orada şöyle der: "Neden yaşadığımız konusuyla ilgilenmek,pul toplamak kadar "rastlantısal" bir ilgi değildir. Felsefeyle tanışmanın yolu felsefi sorular sormaktan geçer.İyi bir filozof olabilmek için gerekli tek şey hayret etme yeteneğidir. Küçük çocukların hepsinde bu yetenek vardır. Çocuk konuşmayı - ve de felsefi düşünceyi - bile daha tam öğrenememişken dünya bir alışkanlık haline gelir. Büyüdükçe , dünyaya hayret etme yeteneğimizi yitiriyoruz, anlaşılan. Ancak bu arada çok önemli bir şeyimizi yitirmiş oluruz ki, filozofların bizde canlandırmaya çalıştığı şey de budur. Çünkü her şeye rağmen içimizde bir ses ,yaşamın büyük bir sır olduğunu söyler. Bu bizim, bir zamanlar, daha düşünmeyi öğrenmeden önce yaşadığımız bir duygudur. Senden beklentim, dünyayı hazır, verildiği gibi kabul edenlerden biri olmamandır sevgili Sofi.Şimdi seçme sırası sende Sofi: hala " dünyaya alışmamış" bir çocuk musun, yoksa bunu asla yapmayacağına söz vermiş bir filozof mu?" Sanırım ben iyi bir filozof olacağım!. :)) Çünkü bu dünyaya hiç alışamadım ve alışmaya da hiç niyetim yok! Gördüğüm, yaşadığım her şey hayrete düşürüyor beni.. Nedenlerin, niçinlerin arasında kaybolup gidiyorum..
Çocukken başımı okşayarak ""büyüyünce ne olmak istiyorsun bakayım " diye soran birisine "Ben büyüyünce çocuk olacağım " demiştim.
Bu yüzden mi ayak uyduramıyorum büyüklerin dünyasına acaba!

Bir zamanlar...


Bir zamanlar Afrikadaki bir ülkede hüküm süren bir kral vardı.
Kral,daha çocukluğundan itbaren arkadaş olduğu,birlikte büyüdüğü bir
dostunu hiç yanından ayırmazdı.Nereye gitse onu da beraberinde götürürdü.


Kralın bu arkadaşının ise değişik bir huyu vardı.İster kendi başına
gelsin ister başkasının,ister iyi olsun ister kötü,her olay karşısında
hep aynı şeyi söylerdi: "Bunda da bir hayır var!"
Bir gün kralla arkadaşı birlikte ava çıktılar.Kralın arkadaşı tüfekleri
dolduruyor, krala veriyor, kral da ateş ediyordu.Arkadaşı muhtemelen
tüfeklerden birini doldururken bir yanlışlık yaptı ve kral ateş ederken
tüfeği geriye doğru patladı ve kralın baş parmağı koptu.
Durumu gören arkadaşı her zamanki her zamanki sözünü söyledi:
"Bunda da bir hayır var!"

Kral acı ve öfkeyle bağırdı:
"Bunda hayır filan yok!Görmüyor musun, parmağım koptu?"Ve sonra da
kızgınlığı geçmediği için arkadaşını zindana attırdı.
Bir yıl kadar sonra, kral insan yiyen kabilelerin yaşadığı ve
aslında uzak durması gereken bir bölgede birkaç adamıyla birlikte
avlanıyordu.
Yamyamlar onları ele geçirdiler ve köylerine götürdüler.Ellerini,ayaklarını
bağladılar ve köyün meydanına odun yığdılar.Sonra da odunların ortasına
diktikleri direklere bağladılar.
Tam odunları tutuşturmaya geliyorlardı ki,kralın başparmağının olmadığını
farkettiler. Bu kabile, batıl inançları nedeniyle uzuvlarından biri
eksik olan insanları yemiyordu. Böyle bir insanı yedikleri takdirde
başlarına kötü olaylar geleceğine inanıyorlardı. Bu korkuyla, kralı
çözdüler ve salıverdiler. Diğer adamları ise pişirip yediler.
Sarayına döndüğünde, kurtuluşunun kopuk parmağı sayesinde gerçekleştiğini
anlayan kral, onca yıllık arkadaşına reva gördüğü muameleden dolayı
pişman oldu. Hemen zindana koştu ve zindandan çıkardığı arkadaşına
başından geçenleri bir bir anlattı.
"Haklıymışsın!" dedi. "Parmağımın kopmasında gerçekten de bir hayır varmış.

İşte bu yüzden, seni bu kadar uzun süre zindanda tuttuğum için özür
diliyorum.Yaptığım çok haksız ve kötü birşeydi."
"Hayır" diye karşılık verdi arkadaşı. "Bunda da bir hayır var."


"Ne diyorsun Allah aşkına?" diye hayretle bağırdı kral. "Bir arkadaşımı
bir yıl boyunca zindanda tutmanın neresinde hayır olabilir."


"Düşünsene, ben zindanda olmasaydım, seninle birlikte avda olurdum,değil
mi?


Ve sonrasını düşünsene? "

İYİ BAYRAMLAR!



Hayat akıp giderken...Siz siz olun,bugün aklınızdan geçen güzellikleri asla yarına bırakmayın..Ne yapacaksanız, hemen ama hemen şimdi yapın...Çiçek mi sulayacaksınız,sulayın...Kitap mı okuyacaksınız, okuyun... Sinemada çok beğendiğiniz bir film mi var, hemen gidin seyredin... Bir yakınınızı aramak mı istiyorsunuz? Sarılın telefona ve hemen arayın...Yiyin, için, şarkı söyleyin, dans edin... Ama ne yapacaksanız hemen yapın...Çünkü siz bugün bugünü yaşıyorsunuz.. Ve yarını da yaşayacağınıza dair hiç bir garantiniz yok. Ne zaman bir mezarlığın önünden geçsem hep aynı şey geçer aklımdan… “Orada yatanlar sadece bedenler değil.. Ertelenmiş umutlar... Söylenmemiş sözler...Yarım bırakılmış işler..."

Evet, evet... Kim bilir onlar hayata veda ettikleri sırada neleri yarım bırakmışlardı?Kimisi, "Tamam, onu kırdım, ama nasılsa yarın gönlünü alırım" diyordu... Kimisi “bu konsere bir daha ki sefere giderim" demişti... Kimisi de" Tatile haftaya çıkarım, hele su işi de halledeyim" diye düşünüyordu...Ve onların hiçbiri, düşündüklerini yapamadı... Belki bir küçük çocuk babasından gelecek bisikleti bekliyordu... Adamsa " Bu akşam yorgunum, yarın alır giderim" diye düşünmüştü...Ve o çocuk hiçbir zaman babasının alacağı bisiklete binemedi... İtiraf etmeliyiz ki bizler; belki iyi belki kötü ama çok yanlış yaşıyoruz... Hepimizin hayatı , yarınlara bırakılmış işlerle, ertelenmiş umutlarla dolu... Çalışıyoruz, çalışıyoruz... Hayatın tüm güzel renklerini ellerimizle itiyoruz... Ve de sanki tüm yarınlar bizimmiş gibi, hayaller kurup duruyoruz... Sevinçleri, mutlulukları hep sonraya bırakıyoruz... Üzüntüleri, kederleri o an yaşıyoruz… Affetmeyi unutmak, affetmekten kolayımıza geliyor. Yok saymak, sevdiğimizi söylemekten kolayımıza geliyor.

Bizler var ya bizler... İnanın çok yanlış yaşıyoruz...

Yastığın yanına bayramlık ayakkabıların konduğu, bayramlık giysilerin kapı arkasına asıldığı günlerde kar beyaz mendillerin içine konan harçlıkların heyecanını özlerken bir yıl daha geçti… “İyi bayramlar dostlar”

VE BİR GECE KENDİ ÇÖPLERİNİZ İÇİNDE BOĞULACAKSINIZ!!!!!!!!!!!!



Bazen muhatabınızın hiçbirşey anlamayacağını bile bile sözünüzü söylersiniz..
Bilirsiniz ki söz kaybolmaz.. kayıtlar sağlamdır..
Gün gelir o sözler birilerine ulaşır, bir kayayı yerine oturtur yada bir taşı yerinden oynatır..
Sonra daha ötelerde bir gün gelir ve o sözün o gün orada söylenip söylenmediğinden hesaba çekilirsiniz..

Tıpkı bizim sağda solda attığımız oktavı düşük çığlıklarımız gibi...

Şu an sesimizin duyulduğunu, sözümüzün idrak edildiğini görmesek de, Şef Seattle'ın Franklin Pierce'a 1854'te söylediklerine, bizler 2010 Türkiye'sinde, kimin zalim, kimin mazlum olduğunun bilinciyle şahit oluyorsak..
Emin olun bizleri de bilecek sonrakiler.. ve daha sonrakiler..

Washington'daki büyük başkan topraklarımızı satın almak istediğini belirten bir haber yollamış. Dostluktan söz etmiş büyük başkan... Ama biz sizin bizim dostluğumuza ihtiyacınız olmadığını biliriz. Biz onun isteğini düşüneceğiz, zira eğer satmaya razı olmazsak, belki o zaman da beyaz adam tüfeğiyle gelecek ve bizim topraklarımızı zorla alacaktır.Gökyüzünü nasil satin alabilirsiniz? Ya da satabilirsiniz? Ya toprakların sıcaklığını? Havanın taze kokusuna, suyun pırıltısına sahip olmayan biri onu nasıl satabilir? Kutsaldır bu topraklar benim ve milletim için. Yağmur sonrası ışıldayan her çam yaprağı.Denizi kucaklayan kumsallar, karanlık ormanların koynundaki sis, vızıldayan her böcek, bu dünyanın her bir parçası milletim için kutsaldır. Ve bilin ki: Kızılderili adamın anıları Ağaçların özsuyunda saklıdır.Beyazların ölüleri, yıldızların altından geçmek için uzaklara giderken doğdukları toprakları unuturlar. Fakat bizim ölülerimiz bu büyülü dünyayı hiçbir zaman unutmazlar. Çünkü toprak bizim anamızdır. Biz bu toprakların bir parçasıyız. Onlar da bizden birer parçadırlar. O güzel kokan çiçekler bizim kızkardeşlerimizdir. Geyik, at ve büyük kartal da erkek kardeşlerimiz. Yüksek kayalıklar, yeşil çayırlar, ılık sıcak vücutlarıyla taylar ve insanlar, hepsi bizim ailemizdir.


Washington'daki büyük başkan bizden topraklarımızı istediği zaman bütün bunları da istiyor. O bizden çok şey istiyor. Büyük başkan bize bir yer vereceğini ve orada rahatça yaşayabileceğimizi haber veriyor. O bizim babamız, biz de onun çocukları olacakmışız! Büyük ruh milletimizi sever, fakat kızılderili çocuklarını terk etti. Şimdi size makinalar yolluyor,sizin için büyük köyler yapacak ve beklenmedik yağmurlar sonrası ırmaklar nasil yataklarından taşarsa siz de çok geçmeden bu toprakları dolduracak, her tarafa taşacaksınız. Bizler yetim kaldık. Bilesiniz ki derelerin ve ırmakların içinden geçerken parıldayan sular yalnızca su değildir.
Atalarımızın kanlarıdır onlar. Size bu toprakları sattığımız zaman bilesiniz ki onlar kutsaldır. Sizin çocuklarınız da öğrenmelidir onların kutsal olduklarını! Ve göllerin berrak sularında oynaşan her yansının benim milletime ait masalları, hikayeleri anlatmakta olduklarını... Benim atalarımın sesleridir sularda şakırdayan sesler. Bunları hatırınızda tutun ve çocuklarınıza öğretin. Esirgemeyin iyiliğinizi ırmaklardan ve diğer kardeşlerimizden...
Babalarının mezarını geride bırakır beyaz adam, Onu elde ettikten sonra ileri gider, Toprak onun kardeşi değil düşmanıdır. Babalarının mezarlarını ve çocuklarının doğum hakkını çabucak unutur. Annesi olan toprak ve kardeşi olan gökyüzü satılacak, talan edilecek şeylerdir onun için... Ya da koyunlar, parıldayan inciler gibi satın alınacak. O toprağı çocuklarından çalar veyine ilgilenmez. Açlığın dünyayı saracak beyaz adam ve ardında çölden başka birşey kalmayacak! Beyazların şehirlerinde sessizlik olur. Oralarda ilkbahar yapraklarının sesini, uçuşan böceklerin vızıltılarını işitemezsiniz. Gürültü, patırtı kulaklarınızda uğuldar. Kuşların ötüşünü,su başında kurbağaların bağırışlarını işitemezsen bu dünyada ne kalır ki?
Kızılderili adam vahşidir, sizin şehirlerinizi anlamaz. O bir gölün üstünden geçen rüzgarın mülayim gürültüsünü sever. Öğleyin yağan yağmurun temizliği, taze çam yapraklarının ağırlaştırdığı rüzgar kokusundan hoşlanır.
Kızıl adam için hava değerlidir, çünkü hayvan, ağaç ve insan, hepsi aynı solunumdan pay alır. Beyaz adam teneffüs ettiği havanın farkında değilmiş sanki... Birkaç gün önce ölen bir insanın kötü kokuları duymayışı gibi.Eğer topraklarımızı size satarsak, onu mübarek bir şey gibi değerlendirmeli,çayır çiçeklerinin üzerinden geçen rüzgarın onun kokusuyla nasıl tatlı koktuğunu duymalısınız. Topraklarımızı satma konusunda daha düşüneceğiz. Eğer buna karar verirsek bir şartımız olacak: Beyaz adam topraklarımızdaki hayvanlarımıza kardeşleri gibi muamele etmelidir. Ben bir vahşiyim ve başka türlüsünü anlayamam.Demir at öldürüp çürümeye bıraktığınız binlerce buffalodan nasıl daha değerli olabilir? Hayvanlar insanları bıraksa, İnsanlar ruhlarının yalnızlığından ölmez mi? Hayvanların başına gelen insanların da başına gelecektir. Toprağın başına gelen, oğullarının da başına gelecektir. Toprak bizim anamızdır. İnsanlar toprağa tükürürse kendi yüzlerine tükürmüş olurlar. Toprak insana değil, insan toprağa aittir. İnsan
hayat dokusunun içinde bir liftir sadece. Beyaz adam neyi satın almak istiyor? Gökyüzü ve toprakların sıcaklığını mı? Koşan antilopların çabukluğunu mu? Biz size bunları nasıl satabiliriz? Ve siz nasıl satın alabilirsiniz? Bir kağıt parçasını imzalayıp verdiğimiz için herşeyi yapabileceğini mi zanneder beyaz adam? Havanın taze kokusuna, suyun pırıltısına sahip değilsek bunu nasıl satabiliriz size? Son buffalo öldüğünde onları yeniden satın alabilir misiniz? Beyaz adam geçici bir iktidardadır ve o bütün dünyanın kendisine ait olduğunu düşünmekte, kendisini Tanrı sanmaktadır. Bir insan annesine sahip olabilir mi? Günlerimizin kalan kısmını nerede geçireceğimiz önemli değil. Çocuklarımız babalarını gururları kırılmış ve yenilmiş gördüler.Savaşçılarımız utandırıldılar. Yenilgiden sonra günlerini miskince geçirdiler, vücutlarını tatlı yemekler ve kuvvetli içkilerle zehirlediler. Birkaç kış ömrümüz kaldığı bu topraklarda yakında matemimizi tutacak bir tek kişi bile kalmayacak. Ama niye ağlayayım? İnsanlar denizdeki dalgalar gibi gelip geçerler. Biz gidiyoruz ama beyaz adamın da bir gün keşfedeceği şeyi şimdiden biliyoruz: Bizim Tanrımız da aynı Tanrıdır! Sizler belki bizim
topraklarımıza sahip olduğunuzu düşündüğünüz gibi, O'na da sahip olacağınızı
düşünüyorsunuz, fakat buna muktedir olamayacaksınız. O insanların tanrısıdır; Kızılderililerin de, beyazların da. Bu topraklar O'nun için kıymetlidir. Onları yaralamak, onların yaratıcısını hor görmek demektir. Beyazlar da bir gün bu topraklardan, bu dünyadan gideceklerdir. Belki de bütün ırklardan daha çabuk. Yataklarınızı zehirlemeye devam edin!

Ve bir gece kendi çöpleriniz içinde boğulacaksınız!

Sahiden Emin misin ?


Yağmurun birgün dinmeyeceğinden, hiç bitmez görünen hayat ırmağının birgün kurumayacağından, seni alıp diyardan diyara gezdiren rüzgârın duruvermeyeceğinden.
Emin misin ?

Hep atan yüreğinin duruvermeyeceğinden, gören gözünün hep göreceğinden, duyan kulağının hep duyacağından.
Emin misin ?

"Ben olmazsam olmaz" dediğiniz işlerin asla sensiz yapılamayacağından, sen olmazsan dünyanın duruvereceğinden, seslendiğinde titrettiğini sandığın şu dağların hep emrinde olacağından.
Emin misin ?

Sana uzanan ellerin hep yanında olacağından, yüreğini verdiklerinin birgün sırtlarını dönüp gitmeyeceğinden.
Emin misin ?

Boynuzsuz koyunun, boynuzlu koyundan hakkını alacağı günde; balıklardan kuşlara, ağaçlardan güneşe, üzerindeki mesajları okuyup anlamadığın yaratılmışların senden şikâyetçi olmayacağından.
Emin misin ?

Sana hep açık duran ilahî kapıların birgün kapanmayacağından ve şaşırıp kalmayacağından.
Emin misin ?

Karanlığın içinde kaybolup giden çığlıkları duyabildiğinden, yüreğindeki ışıktan başkalarına da verebildiginden.
Emin misin ?

Güzel bir hayat yaşadığından, yapabileceğin herşeyi yaptığından.
Emin misin?

Bütün bunlar için bir kere daha fırsatın olacağından.

Sahiden Emin misin ?

G.Gürer- 2010

....??



“Söyledim”

.....duydu anlamına gelmez,
“duydu”

.....doğru anladı anlamına gelmez,
“anladı”

....hak verdi anlamına gelmez,
“hak verdi”

.....inandı anlamına gelmez,
“inandı”

.....uyguladı anlamına gelmez,
“uyguladı”

.....sürdürecek anlamına gelmez...

bakış açısı...



İki şapka üreticisi şirket, işe yeni aldıkları iki pazarlamacı delikanlıyı Afrika'ya göndermişler.
Birinci delikanlı kısa sure sonra merkeze su mesajı göndermiş ; Burada kimse şapka giymiyor. Satış olasılığı yok!!
İkinci delikanlının mesajı söyleymiş ; Burada kimsenin şapkası yok. Satış imkanı çok...?

seçim...


HAYATA NEREDEN BAKIYORSUNUZ?

Fransa'da, ağır isçilerin işleri hakkında ne

düşündüklerini incelemek üzere araştırmayı yürüten bir görevli, bir

inşaat alanına gönderilir. Görevli, ilk isçiye yaklaşır ve sorar : "Ne

yapıyorsun?" "Nesin sen, kör mü?" diye öfkeyle bağırır isçi." Bu

parçalanması imkansız kayaları ilkel aletlerle kırıyor ve patronun emrettiği

gibi bir araya yığıyorum. Cehennem sıcağında kan ter içinde

kalıyorum. Bu çok ağır bir iş, ölümden beter." Görevli hızla oradan

uzaklaşır ve çekinerek ikinci isçiye yaklaşır. Aynı soruyu sorar : "Ne

yapıyorsun?" İşçi cevap verir : " Kayaları mimari plana uygun şekilde
yerleştirilebilmeleri için, kullanılabilir şekle getirmeye çalışıyorum. Bu
ağır ve bazen de monoton bir iş, ama karım ve çocuklarım için para gerekli. Sonuçta bir işim var. Daha kötü de olabilirdi." Biraz cesaretlenen görevli üçüncü isçiye doğru ilerler. "Ya sen ne yapıyorsun?" diye sorar. "Görmüyor

musun?" der isçi kollarını gökyüzüne kaldırarak." Bir katedral yapıyorum." ...
İşin enteresan tarafı her üç işçinin de aynı işi yapıyor olmaları....
Görmeyi seçtiğiniz yol sizin tutumunuza bağlıdır.
Bugün hava biraz bulutlu mu yoksa biraz güneşli mi?

Güllerin dikeni mi vardır, dikenli dalların gülleri mi?

Bardağın yarısı boş mudur, yarısı dolu mu? Yoksa bardak olması
gerekenden iki katı büyüklükte midir?



Seçim size ait...

inadına...



ßir umuttur yaşamak
ßileceksin inadına..
Yüreğin kan ağlasada,
Güleceksin inadına...
Zindanlara düşsen bile,
ßinlerce kez ölsen bile,
Doğacaksın inadına...
Hayat budur umutlar çok,
Ne şüphe duy ne de kork.
Öyle teslim olmak da yok.
Yeneceksin inadına.
Seveceksin inadına..

Bugünlerde...




Bugünlerde...
Mallarımız arttı, keyfimiz azaldı.
Daha büyük evlerde kalıyoruz ama daha küçük ailelerde yaşıyoruz.
Konforumuz arttı ama zamanımız daraldı.
Diplomamız bol ama sağduyumuz az.
Uzmanlıklar arttı ama sorunlar çoğaldı.
İlaçlar çoğaldı, hastalıklar arttı.
Sorumsuzca para harcıyoruz ama az gülüyoruz.
Trafikte çok hızlıyız ama çabuk parlıyoruz.
Akşam geç yatıyor, sabah yorgun kalkıyoruz.
Az kitap okuyor, çok televizyon seyrediyoruz.
Varlığımızı arttırdık ama değerlerimizi yitirdik.
Çok konuşuyor ama az gönül veriyor, bol yalan söylüyoruz.
Para kazanmayı öğrendik ama yuva kurmayı beceremedik.
Hayata yıllar ekledik, yıllara hayat katamadık.
Aya kadar gidip dönmeyi biliyoruz ama komşumuza geçmek için evden çıkmıyoruz. Uzaya ulaştık ama ruhun derinliklerine inemiyoruz.
Havayı temizledik ama ruhları kirlettik.
Atomu parçaladık, önyargılarımızı yıkamadık.
Çok yazıyor ama az gelişiyoruz.
Daha çok plan yapıyoruz ama daha az sonuç alıyoruz.
Acele etmeyi öğrendik ama sabırlı olmayı asla...
Gelirimiz arttı, kişiliklerimiz zayıfladı.
Tanıdıklar çoğaldı, dostlar eksildi.
Çabalar arttı ama mutluluklar azaldı.
Bilgisayar ağları kuruyoruz, bilgi otoyolları inşa ediyoruz ama kendi aramızdaki iletişimde zorlanıyoruz.
"Dünya Barışı" diye, silahlanırız!
Daha mutlu olmak için "somurtarak" çalışırız.
Yani bugünlerde, kim olduğumuzu sorguluyoruz...
Eve çift maaşın girdiği ama çiftlerin boşandığı...
Güzel evlerin yuva olamadığı...
Kaçamak seyahatlerinin, kağıt mendil gibi ilişkilerin...
Gir çık gönüllerin, tek geceliklerin...
Kilo dertlerinin ve her derde deva vitaminlerin...
Vitrinlerin dolu ama gönüllerin boş olduğu... Günlerde yaşıyoruz!

ihtimal...


Düşündüğünüz,
Söylemek istediğiniz,
Söylediğinizi sandığınız,
Söylediğiniz,
Karşınızdakinin duymak istediği,
Duyduğu,
Anlamak istediği,
Anladığını sandığı,
Anladığı,
arasında farklar vardır. Dolayısıyla insanların birbirini yanlış anlaması için en az 9 ihtimal vardır!!!

Uçalım uçmasına da...


UÇUK MU DEDİNİZ?

"Ne uçuk çocuk" diye bahsediyorlardı ondan...
"Uçuk"... Yani olağandışı...
Televizyonların kullanmaya bayıldığı deyimle "Sıra dışı"...
Ne yapmış "sıra dışı çocuk"?
Gece barda mikrofonu kapıp sevdiği kıza şarkılar söylemiş.
Bir de kızın evinin karşısındaki duvara "Seni seviyorum" yazmışmış.
Türkiye yıllar yılı öyle esaslı bir "sıra"ya sokuldu ki,
şimdi zavallı bizlere en ufak farklılık "sıra dışı" görünüyor.
Tenis oynayan bakan da, ceketsiz dolaşan başbakan da, özel hayatından dem vuran yazar da,
arsız sözler yazan kırmızı saçlı popçu da "uçuk kaçık" sayılıyor.
* * *
8 Ağustos 2004'teki National Geographic'te bir antropologdan söz ediliyordu.
Frances Berdan kafayı Azteklerin tüy mozaiklerine takmış.
Dini temalı bu mozaiklerde kullanılan papağan tüylerini,
zarar görmeden kağıt zemin üzerine sabitleyen tutkalın formülünü çözmeye çalışıyormuş.
...tam 8 senedir...
Sonunda 16. yüzyıl İspanyol tarihçilerinin yazıları arasında birkaç tutkal tarifi bulmuş.
Bu tarifleri tek tek uygulamış. En iyi sonucu nadir bir tür orkide vermiş.
Formül şuymuş:
Orkidenin kökleri dilimlenip güneşte kurutuluyor, öğütüldükten sonra suda kaynatılıyormuş.
Elde edilen macun, günümüzün ahşap tutkalının yarısı kadar güçlüymüş.
Bu formül sayesinde Aztek tüy mozaikleri günümüze kadar ulaşabilmiş.
* * *
Böylesi bir "uçukluk"a aşina değiliz.
Para biriktirip nesli tükenmek üzere olan ve yeryüzünde sadece 300 tane kalan
çift boynuzlu gergedanı dünya gözüyle son bir kez görmeye Malezya'ya gitmeyi hayal bile etmiyoruz.
Yaz tatilini, AIDS'le baş etmeye çalışan Afrika'daki bir yerel klinikte
yüzyılın vebasına direnen doktorların yanında geçirmeyi de...
Mostar Köprüsü'nün yeniden inşası için çalışan Türk taş ustalarının yanına
çırak yazılıp açılış töreninde kemerden suya atlamayı da...
Ernest Hemingway'in romanlarının kılavuzluğunda aynı yolculuğu
otostopla yeniden yapmaya kalkışmayı da...
* * *
Hadi bunları parasızlıktan yapamıyoruz diyelim...
Siz bir çöp arabasına binip alacakaranlıkta çöpçülerle sohbet ederek
kentin artıklarını toplamaya niyetlenen bir "uçuk" gördünüz mü?
Ya da eski Türkçe öğrenip memleketin başına bunca iş açan şu 1915 senesinde neler yaşandığını
dönemin gazetelerinden okumaya azmeden "sıra dışı" birini?..
Dolmabahçe Sarayı'nın Saat Müzesi'ne gidip tüm ömrünü bir tek saat yapmaya vakfetmiş
Mevlevi saatçi Eflaki Dede'ye özenerek birkaç yılda yapabildiği saati
"Senin gerçek değerini bunu yaparken anladım" notuyla sevdiğine hediye etmiş birini?..
Okulda, kışlada, bankada, alışverişte çok hizaya sokulup çok
sıra beklediğimizden midir nedir, hizadan birazcık başını çıkaran
(mikrofonu kapıp sahneye çıkan mesela), acayip "sıra dışı" görünüyor bize...
Uçalım uçmasına da; nasıl ve nereye doğru?..

G.Gürer-2010

ÇOK DANSÖZLÜ DÖNEM!!!!!!!



Türkiye'nin "tek partili dönemden çok partili döneme"
geçişi beklenmedik ölçüde sancısız olmuştur.
Ancak "tek dansözlü dönemden, çok dansözlü döneme" geçiş için aynı şey söylenemez.
Bu geçiş, oldukça travmatik yaşandı çünkü...
Biz ekranların "dansözden arındırılmış bölge" olduğu bir
dönemde yetiştik, der büyüklerimiz...
Sonra bir gün, 1980 yılının son gecesi (yani 12 Eylül'den 3.5 ay sonra)
devlet katından "dansöz seyretme izni" çıktı (yine ne varsa askerden var :))
Haftalar öncesinden dansöz seçimi yapıldı:
Bu "tarihi misyon" için Nesrin Topkapı seçildi.
İyice sarılıp sarmalandı, omuzları şalla, bacakları
şalvarla kapatıldı. Eline boncuklu baston verilip stüdyoya alındı.
Kameralar, en "edepli" görüntü alabilecek şekilde konumlandırıldı.
Ve 1981'nin ilk dakikalarında Nesrin Topkapı belirdi ekranda...
Siyah beyazdı gerçi ama, öyle bir çalkaladı ki
kalçalarını, bizim kuşağın hafızasında rengarenk yer etti.
3 dakikalık bu şölen bittiğinde artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı kesindi.
* * *
Nitekim olmadı da...
Halkımız her yılbaşı arifesinde "bi daha... bi daha..."
diye tempo tutmaya başladı ve Topkapı yanılmıyorsam 3 yıl
boyunca, bir nevi "devlet sanatçısı" rolünde Türk halkını
elinden tutup bir yıldan öbür yıla "hoplatma" işini üstlendi.
Komikti aslında; devletimiz, yıl boyunca kamu
ekranlarında yasakladığı şeyleri halkına yılbaşı hediyesi olarak veriyor, "Hadi
biraz da sizin istediğiniz olsun bari" deyip yasağın
delinmesine 3 - 5 dakikalığına göz yumuyordu.
Işte böyle bir "devlet terbiyesi" ile yetiştik biz.
Sonra... bir gün geldi, o zamana kadar, dansözü sadece
yılbaşı geceleri, o da uzak bir kameranın merceğinden, şal - şalvar kundağında
görebildiğimiz dönemden, aynı anda 20
kanalda 40 çeşit dansözün cıscıbıldak raksettiği rengarenk bir döneme geçtik.
O kadar ki, - yine hiç unutmam - bir sunucu, gece
haberlerini, çevresinde dönüp duran 3 dansöze el çırparak kapatmıştı.
Onca kıtlıktan sonra, bunca bolluk!..
Böyle bir "kültür şoku"nun etkisiyle yetişmiş bir
nesilden ne fayda bekleyebilirsiniz ki?
* * *
Yılbaşında Tarkan'ın arkasında rakseden Mezdeke'nin
peçesinin, Türkiye'nin dışarıdaki imajına zarar vereceği
uyarısını duyunca "işte o kültür şokuyla yetişmiş kafalardan
biri" dedim kendi kendime...
Yıllar yılı Türkiye seyircisine konan ambargo, şimdi
global ölçekte dünya seyircisinden esirgenmemeliydi.
Öyle de oldu elbette...
"Altı kaval üstü şişhane" denilen kıyafetten "peçe"
atıldı, yerine "Zoro maskesi" takılarak "altı kaval, üstü
Şikago" bir görüntü yaratıldı.
Ağızlar yerine gözler kapatılınca Türkiye'nin imajı kurtarıldı.
Nasıl çok partili rejimimiz müdahalesiz yürüyemiyorsa,
çok dansözlü rejimimiz de müdahalesiz oynayamıyor ne yazık ki...
"Tek dansözden çok dansöze" ani geçişin yarattığı travmadan bunlar hep...
Belki de "az göbekli" bir "geçiş dönemi"ne ihtiyacımız vardı.

İŞTE YİNE BİR GEÇİŞ DÖNEMİ... İYİ DÜŞÜNÜN!
G.Gürer-2010

BENİM YAŞLARIM...



İnsan 5 yaşına gelmeden anlıyor; açlığın öldürdüğünü, soğuğun dondurduğunu, ateşin yaktığını...
Sevgisizliğin insanın canını acıttığını... Duyguları, nesneleri, kişileri, çevresini tanıyor.
Her şey ona çok büyük görünüyor: Ev, masa, anne, baba...
***
10'una gelmeden oyunla, sayılarla, harflerle tanışıyor. Azgın bir iştahla öğreniyor herşeyi. Kız ya da erkek olduğunu fark ediyor.
Dünyanın evde, okulda kendisine anlatılandan da büyük olduğunun ayrımına varıyor.
***
15'inde, tam da en çok kendini sevdireceği çağda, sivilcelenen yüzünden, değişen bedeninden utanırken aşkı keşfediyor.
Dış dünya kadar iç dünyanın da büyük salonları ve kendisinin bile bilmediği odaları olduğunu, açıldıkça o odalardan devasa bahçelere çıkıldığını hissediyor, büyüleniyor. Şarkıların içinde sevdalar gezdirdiğini, şiirin her türden hasreti dindirdiğini anlıyor. Aşk acısını öğreniyor. Yine de seviyor; ille seviyor, inadına seviyor.
***
20'sinde putlarını yıkıyor, başkaldırıyor, kanatlanıyor.
Her şey ona küçük görünüyor: Ev, masa, anne, baba...
"Dünya küçükmüş; büyük olan benim" efelenmeleri başlıyor.
Lakin dünya bunu bilmiyor.
O yüzden 20'ler çoğu zaman hayal kırıklıklarıyla geçiyor.
***
25'inde ayaklar biraz yere değiyor.
Okul bitiyor, iş telaşı başlıyor.
Sınıfta öğrenilenlerin akı, sokaktaki gerçeklerin karasına çarpıp grileşiyor.
Yolu hızlı gelenler çabuk yorularak, sevdiğini bulanlarsa kalbinden vurularak evleniyor genelde...
5 yıl önce uzak bir ülke olan "istikbal", daha yakına geliyor.
"Bir denizde yangın çıkarma" hayali erteleniyor.
"Dünya zor"laşıyor.
***
30'unda muhasebeye başlıyor insan:
"Dünya hâlâ beni tanımadı, üstelik galiba ben de dünyayı tam tanımıyorum" dönemi...
Mevcut bilgilerin sorgu yeri... Kuşkunun beyliği...
Tehlikeli yaşlar: "Bunun nesine hayran oldum ki ben" pişmanlıkları, "Hakkımı yediler" sızlanmaları,
sırta saplanan hançerler, çelmeler, dost kazıkları, ağır ağır olgunlaştırıyor insanı...
***
35, yolun yarısı...
Hiç okul asmadan, evden kaçmadan, bir terasta sevdiğiyle öpüşüp bir çadırda uyanmadan 20'sine gelenler için gecikmiş telafi çağları...
Daha önce hiç yüz verilmemiş ana-babaların sözüne yeniden kulak kabartılan yaşlar... Olgunluğun karasuları...
***
40'ında eski kotlar dar gelmeye, saçlara ak düşmeye, aile büyükleri yaşlanıp ölmeye başladığında bocalıyor insan...
Panik, kadınları kuaföre sürüklüyor, erkekleri araba galerilerine; ve ikisini birden yeni sevda hayallerine...
Yiten gençliğe, boyalı saçlarla, içe çekilen karınlarla, kırmızı arabalarla çare aranıyor.
***
45'inde "istikbal" denilen o uzak ülkenin toprağına ayak basıyor insan...
Hem ölüm yarınmış gibi, hem hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamasını öğreniyor.
Eski dostlar, hatıralar kıymete biniyor.
Didişmenin yerini sükûnet, böbürlenmenin yerini nedamet, kinin yerini merhamet alıyor.
"Keşke"ler "iyi ki"lerle, hırslar hazlarla yer değiştiriyor.
Bu dünyayı silkelemekten, daha iyi bir dünya için kavga vermekten vazgeçmeseniz de, öbür dünya umuduna da kulak kabartıyorsunuz, ara sıra...
***
Her şey yeni başlıyor derken bir de bakmışsınız bir ömür geçiyor...
Sonrası mı?
Sonrasını bilmiyorum henüz; öğrendikçe yazarım...

G.Gürer-2010

gençlik...


İnsan, şişirilen kaslar, silinen kırışıklıklarla genç kalmaz.
Gençlik, yüz gerdirmek değil, ihanetlere göğüs gerebilmektir;
yaşadığıyla övünebilmek, değişimi göze alabilmek, her an başını alıp gidebilmek,
hayata sil baştan başlayabilmektir.
Bunu anlayanlar, yüzündeki çizgilerle yaşlanır, ama ihtiyarlamazlar

koltuk...


GERÇEK GÜÇ, KOLTUĞA MIH GİBİ SAPLANMA İNADINDA DEĞİL, CEPTEKİ BİR İSTİFA DİLEKÇESİNDE GİZLİDİR.GERÇEK GÜÇ, BİR ŞEYLERE SAHİP OLABİLMEKTE DEĞİLDİR;SAHİP OLDUKLARINDAN YERİNMEDEN VAZGEÇEBİLMEKTEDİR.
Vazgeçemeyen, makamının sahibi değildir ki zaten; makamı onun sahibi olmuştur.
Iktidarı hiçleştirebilir ve varolmanın başka kanallarını keşfedebilirsen,bir düş uğruna malı mülkü bırakıp gitmeye muktedirsen yeterince güçlüsün demektir.
O zaman, kudrete de ihtiyacın kalmaz zaten...
Dünya malını hiçe sayanı satın almak zordur.
O, feragatin pervasız zırhına bürünmüştür.
Asıl iktidar, iktidardan vazgeçebilme gücüdür!

yeni...


SÜREKLİ YARALARINI DEŞEREK YAŞAYAMAZ BİR TOPLUM; BUNUN KAN KAYBINA DAYANAMAZ...
Ama yaralar da üstü örtülerek kapanmaz;deşilmeden sarılmaz.Bir yarayı sarmak,yaralayana düşer,yaralanandan çok...Geçmiş hataları yok saymak yerine bir kez olsun masaya yatırmalı,tartışmalı, derslerçıkarmalı, özeleştiri yapmalı, gerekiyorsa af dilemeli ve ondan sonra o sargı bezleri üzerine toplumsal barışa dayalı yeni bir hayat kurulmalıdır.

inanç...


Değer verdiğiniz birinin gözünüzün içine baka baka sizi inandırmasına izin veriyorsunuz ya, hani belki salak olmadığınızı anlar da dürüst olur diye... İçinizden o yalana her şeye rağmen inanmak geliyor ya, acaba kaybetme korkunuz mu bunu size yaptıran yoksa kabullenmek istemediğiniz aldatılmışlık/kandırılmışlık hissi mi??? O ZAMANLARDA HER YÜZLEŞME ACITIR!

devam...


Benim hikayelerim her Cuma benim içimden aktığı gibi sözcüklere dökülmeli… İyi bir karardı, aynen devam..

yönetim...


Ülke, toplum düzenlerine göre ve içtenlikle yönetilirse, bir karışıklık çıkabilir mi? Ülke içtenlikle yönetilirse, toplum kurallarına gerek kalır mı? Devlet, halkı ağırbaşlılıkla yönetirse, ona saygı gösterirler. Devlet, herkese karşı incelikliyse, ona bağlılık gösterirler. İyi yoldan gider,doğrulukan ayrılmazsa halkı da çok çalışır!

fotoğraf...


Bir fotoğrafa baktığınızda fotoğraftakiler mi geleceğe umutla bakıyor olacak, yoksa siz mi geçmişe hüzünle bakıyor olacaksınız önemli olan bu!!! Muhterissinizdir ya da mütevazı... açgözlü ya da kanaatkar... hayatı nasıl algıladığına göre değişir bilançosu, mazide kalanla, istikbalde gün sayanın...

kadın-erkek...


Kendilerininkini hala geçici bir yaşammış gibi hissediyordu "erkekler"...
Sanki vücutlarının gizli bölmesindeki kapsülde gününü bekleyen "asıl yaşam" iksiri,bir gün kabuğunu kırıp kana karışacak ve o günden itibaren yepyeni bir hayat başlayacaktı.

"Kadınlar" ise o iksirle doğduklarına inanan bir olgunluktaydı!
Ne olduysa, olacak olan da oydu ve gökkubbe altında yeni bir şey yoktu...

matem...


Biz mutluluğumuzu, ekseriyetin mutsuzluğundan damıttık. Onların haline göz yumarak, hakkına göz koyarak mesut olduk. Bahtiyarlığımız, gamsızlığımızdan... Biz ki, daha iyi ötsün diye saka kuşunun gözünü kör eden bir ırkın ahvadıyız. Başkalarının acılarından hazlar derlemeye yatkınız. Büyük suçun, küçük ortağısın..Serveti de, mutluluğu da üleşmeyi bilmiyoruz. Belki de ondan bir türlü nihayete ermiyor matemimiz...

Yurdum İnsanı...



Kimin aklına gelir ki, duvarını kiraladığı şirketi kiraladığı duvara yazdığı yazıyla halka şikayet etmek? Elbette 'yurdum insanı'nın...
Onu tanı¬yorsunuz aslında... Hani şu, tarlasına gelen uzaylıları taşlayan, balkon¬dan intihar için atlayıp yoldan geçen birinin ölümüne yol açan, kulağını örgü şişiyle kaşıyan 'yurdum insanı' işte...
Çiller bir mitingde onlar için "Allah'ı size emanet ediyorum" demişti
Yurttan insanlar korosu
"Yurdum insanı" TEM'de araba sürerken oynak hava çalınca sağa çekip oynamaya başladı. Ezilerek öldü
Onu bazen duvara yazılmış eğri büğrü bir uyarı yazısında görüyoruz, bazen komik bir kartvizitte...
Ya da olmadık bir kaza haberinde...
Ne de olsa burası bir uçağın trenle çarpıştığı bir ülke...
Başka nerede insanlar tarlasına indiğini sandığı uzaylıları taşla kovalamıştır ki...?
Ya da yolda yürürken, intihar için balkondan atlayan bir insanın altında kalarak ölmüştür.
'Yurdum insanı', Türkiye'ye özgü bu tür tuhaflıklar için üretilmiş bir tanım...
Garip, ezik, komik, muzip, kızgın, cahil ama kurnaz, tanıdık bir adam bu...
Mizah dergilerinin vazgeçilmez konuğu...
Kah kendi oturacağı evin çimentosundan çalan bir müteahhit, kah film seyrederken perdedeki kahramana "Dikkat arkanda adam var" diye bağıran bir seyirci...
Türkiye'nin nasıl kurtulacağına dair günlerce anlatabileceği müthiş fikirleri var;
ama evdeki gaz tüpünün kaçak yapıp yapmadığını çakmakla kontrol eder.
Gazozu dişiyle açar, sandalına 'Öztitanik' adı takar, sünnet halayında dolduruşa gelip etrafa kurşun saçar.
Kimi zaman kibirli orta sınıf seçkinlerinin küçümsemek için kullandığı bir tabir olsa da çoğu zaman, 'bizden biri'dir o...
Güleriz, kendi halimize...
Evet, biz de ödev yaparken kurşun kalemle karıştırmışızdır kulağımızı...
Veya duyda elektrik var mı diye parmağımızla yoklamışızdır.
Bu yurdun insanıyızdır.
İşte bir kısmı tevatür, bir kısmı gerçek; haberler, söylentiler ve görüntülerle karşınızda 'Yurdum İnsanı':
Yurdumdan insan manzaraları
İşte 2003 sicilimiz
Kütahya'daki bir barın açılışındaki lazer gösterisi UFO sanılınca, yeni yılda lazer gösterisine izin verilmedi.
Samsun'da bir bankayı soyan 22 yaşındaki hırsız, iki ay sonra aynı şubeye para yatırmaya kalkınca yakalandı.
Zonguldak'taki 1. Hamsi festivalinde kurulan 2002 metrelik 'Dünyanın en uzun mangalı' için Guinness Rekorlar Kitabı'na
başvuruldu, ancak 7 bin ızgaranın 2 bin 500'ü çalındı.
Adapazarı'nda İnsan Hakları Ulusal Komitesi, mahkumlar arasında resim yarışması düzenledi. Mansiyon kazanan mahkumun tahliye olduğu anlaşılınca ödülü evine götürüldü. Polisi gören eski mahkum kaçtı.
Samsun'da bir otobüs durağı çalındı.
Adana Kümes Hayvanlarını Koruma Derneği horoz dövüşü yaptırırken basıldı.
Antalya Büyükşehir Belediyesi, yurtdışından getirdiği timsaha 'Hıdır' adını verince
Hıdır adlı bir vatandaş bunu hakaret sayarak savcılığa başvurdu.
Sivas'ta meraklılar 732 yıllık tarihi bir mermeri 'plastik olup olmadığını kontrol amacıyla' kırdılar.
Radarı önceden haber veren aleti gazete ilanıyla satmak isteyen adam yakalandı.
Trabzon'da hastaneye gidip bugüne kadar hiç cinsel ilişkiye girmediğine dair 'bakir raporu' isteyen adama deli raporu verildi.
Zonguldak'ta limana sığınan kuğu kesilip meze yapıldı.
Samsun'da kumaş yiyen adam, evdeki çeyizi yiyince eşi boşanma davası açtı.
Fransa'da oynanan Türkiye - Brezilya maçında fotoğraf makinesini
sahaya fırlayan Türk'ü, polis filmi tab ettirerek buldu.
Manken Asuman Krause '1. Geleneksel Boru Döşeme yarışması'na hakem oldu.
Sakarya Devlet Hastanesi acil servisinde görevli sağlık memuru, eski gemi tayfası olan arkadaşından 2 saat yerine bakmasını istedi.
Döndüğünde arkadaşını, birinin elini dikerken buldu.
Malatya'da hırsız, çaldığı malları koyduğu yerde bulamayınca polisi aradı.
Rize'de iki kişi, kendi kestikleri ağacın altında kaldı.
Samsun'da bir genç silahla Atatürk büstünü rehin aldı. Karakola gittikten sonra büste çiçek koyup özür diledi.
Tansu Çiller Kırklarelililere "Allah'ı size emanet ediyorum" dedi.
Yurdum insanı televizyonda...
Show Tv'nin Kaçak yarışmasında kaçan adam Bursa'da kendisini
gören 10 kişi tarafından yakalanmak istenirken dövüldü.
Cihangir Parkı'nda Keje dizisinin çekimi sırasında rol icabı biri bıçaklandı.
Çevrede olayı izleyen bir tinerci "Güçsüz birine saldırılır mı" diyerek iki kameramanı kalçasından bıçakladı.
Televole ekibi Kıbrıs'a kadar giderek Çağla Şikel'in mesajında adı geçen tostu yapan makineyi buldu.
ALO RTÜK şikayet hattına başvuran biri Sütaş reklamında gol atan ineğin memelerinin göründüğünü ihbar etti.
BBG üçüncü dönem birincisi Kaan'ın annesi, İstanbul 2. bölgeden milletvekili adayı oldu.
Oğlunun fotoğrafıyla dolaşıp "Bu çocuğu ben yetiştirdim" diyerek oy istedi.
Savaş Ay'ın 'ünlülerin benzerleri' programında araya giren gerçek Ciguli, 'kendisine benzemiyor' diye 3. oldu.
İnternetten
Bir işçi 600 tonluk pres makinesinin arasından emeklemek suretiyle geçerek ucundaki 2450 santigratlık frında
sigarasını yakmaya çalışırken öldü.
Bir müşteri, berberin rahatlatma amacıyla müşterisinin boynunu aniden sağa sola çevirmesi sonucu boynu kırılarak öldü.
Kafasında mermer kırdırmaya çalışan medyatik karateci travma sonucu öldü.
Midesine kaçan sineği öldürmek için ağzına sinek ilacı sıkan müşteki zehirlenerek öldü.
Elektrik direğine yaslanıp ayakkabısına kaçan taşı çıkarmak için ayağını silkeleyen adam,
o sırada yıldan geçmekte olan bir yurttaşın, kendisine elektrik çarptığını sanıp kafasına kürekle vurulması sonucu öldü.
Bir sayım görevlisi nüfus sayımı sırasında bomboş yolda bariyerlere çarparak öldü.
Baba oğul, aynı işyerinde biri gündüz, biri gece vardiyasında çalışıyorlardı.
Baba mobiletle işe giderken, yine mobiletle işten dönen oğlunu gördü, selamlaşırken çarpışıp öldüler.
TEM otoyolunda giden araçta dinledikleri oynak şarkıya dayanamayıp sağa çektikleri aracın yanında oynamaya başlayan 5 adam ezilerek öldü.
Üstü ahır olarak kullanılan köy kahvesinde okey oynayanlar, ahırın çökmesi üzerine büyükbaş hayvanların altında kalarak öldü.
Otobüs şoförü yoldaki kazaya bakarken otobüsü devirdi: 6 yolcu öldü.
Bıçaklanan adam, 5 dakika mesafedeki İzmit Devlet hastanesi yerine, 'tanıdık doktor olan' Gölcük'e götürülürken yolda öldü.
Kıyısında kafayı çektiği Sapanca gölünü o kafayla yüzerek geçmeye çalışan adam boğularak öldü

mutsuz...



"Dünyanın en mutsuz halklarının başında Türkler geliyormuş. Türkiye'de yaşayanların kahir çoğunluğu mutsuzmuş. BBC nin araştırmasındaki bir ayrıntı:
"Ülkenizin durumundan memnun musunuz" sorusuna "Evet" diyen Türklerin oranı sadece yüzde 4'...
"Kendi hayatınızdan memnun musunuz" diye sorulunca memnuniyet oranı yüzde 17'ye çıkıyor.
Yani bir kısmımızın saadetine, memleketin hali mani oluyor :)

biliyor musunuz?


1991 yılında meydana gelen Körfez Savaşı'nın bir günlük maliyeti ile 3 milyon çocuğun 2, 7 yıllık süt ihtiyacının karşılanabildiğini... Bu savaşın otuz günlük savaş gideri ile 50 milyon insanın 4 yıllık ekmek ihtiyacının giderilebildiğini... 1 adet Stealth avcı uçağının bedeli ile 13 milyon kitap alına bildiğini . . . Ve 1 adet Patroit füzesi ile 74 milyon adet fidan dikildiğini "biliyor musunuz???"

ayak izi...



Başkalarının yolunda yürüyenler, ayak izi bırakmazlar.Hayat bisiklete binmek gibidir. Pedalı çevirmeye devam ettiğiniz sürece düşmezsiniz. Unutulmaması gereken, akıllılar istedikleri şeyi, akılsızlar başkalarının istediğini öğrenir.

....



Kendimize ve bize dost olan her şeye karşı dürüst olmak; düşmana karşı cesur olmak; yenilene karşı alicenap olmak; nazik... her zaman! "İnsan" bir düşmanın üzerine yürüdüğü zaman, kötü müzik ve kötü nedenler kulağa ne kadar hoş gelir! Ama olayları hak ettiklerinden daha çok mizahi olarak görmeliyiz; üstelik uzun süre biz onları hak ettiklerinden daha ciddiye aldık!!

yasa...


Halk yasalarla yönetilir ve cezalarla yola getirilmek istenirse, onlar kendilerini cezalardan kurtarmaya çalışacaklar; ama hiç utanç duymayacaklardır. Onlar erdemle yönetilir ve terbiye gerekleriyle yola getirilmek istenirse, utanç duyacaklar ve böylece iyi olmaya çalışacaklardır.Düşünmeden öğrenmek, zaman yitirmektir. Bir şeyi öğrenmeden düşünce ileri sürmekse, tehlikelidir!!

harf...



Harf devriminden sonra bazı sözcüklerin yazımında doğal olarak tereddütler ortaya çıkmıştı. Bu ortamda bir tanıdığı Abdülhak Hamid'e "Hamit" kelimesinin son harfinin "t" ile mi, "d" ile mi yazılacağını sormuş. Abdülhak Hamid, son harfin "d" olacağını kızgın ve şikâyetçi bir eda ile şöyle ifade etmiş
— Adımın başına bir "ham" getirdikleri yetmiyormuş gibi sonuna bir de "it" ekletemem!